ŞEYH ABDULGAFÛR EL-ABBÂSÎ Rahmetullahi Aleyh

 

Aslen Medine’li olan Allâme, Şeyh, Abdulgafur el-Abbâsi kuddise sirruhu, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in güzîde sahabilerinden amcası Hazreti Abbas radiyallahu anh’ın soyundan olup Ehl-i Beyt’e mensuptur. Birkaç nesil öncesi dedeleri Hicaz’dan Pakistan’ın Sarhad bölgesine hicret etmişler, o da 1900 yılında (h.1318) Sind Nehri kenarında bulunan Banda köyünde dünyaya teşrif etmiştir.

Şeyh Abdülgafur Hazretleri’nin babası âlim ve fâdıl bir şahsiyettir. Babası erken yaşta vefat etmiş, yetim kalan üç kardeşi ile birlikte annesi tarafından yetiştirilmiştir. Annesi Esma Hanım, fıtraten çok temiz, takva sahibi, ileri görüşlü, ilim ve hikmete râm olmuş saliha bir hanımefendidir. Çocuklarını ilim ve irfan yoluna sevk eden bu saliha hanım, onları bu yolda yürütmüş ve dedelerinin de içinde bulunduğu ilim ve hikmet dairesine yerleştirmiştir. Şeyh Abdülgafur Efendi’nin diğer kardeşleri; Şeyh Muhammed Masum, Şeyh Abdülhalim ve Şeyh Abdülkayyum’dur. Mübarek anneleri Cennetu’l-Bâkî’de medfundur.

Şeyh Abdulgafur Hazretleri, ilmî tedrisata doğduğu bölgede çeşitli dersler okuyarak başlamıştır. Bu dönemde pek çok seçkin âlimden nahiv, sarf, belâğat, hadis, usûl, tefsir, fıkıh ve mantık gibi aklî ve naklî ilimleri öğrenmiş, daha sonra Hint bölgesinin o dönemde meşhur ilim merkezi Delhi’ye gitmiştir. Burada bulunan onlarca medrese içinde en büyük ve üstün medrese olan, baş hocalığını Hindistan müftüsü büyük âlim ve fetva mercii Şeyh Muhammed Kifayetullah’ın yaptığı Embeniyye Medresesi’nde tedrisatını devam ettirmiştir. Üstün ilmi ve parlak zekası ile hocalarının takdirini kazanan Şeyh Abdulgafur, icazeti sonrası bu medreseye hoca olarak tayin edilmiş ve beş yıl süre ile bu görevini sürdürmüştür.

Otuz yaşına geldiğinde, 1930 yılında iç âleminde inkişaf eden derin hikmet ve irfan arzusu ile Delhi’de bulunan Şeyh Fadl Ali Kureyşî kuddise sirruhu’ya intisab ederek tekkesine yerleşmiştir. Onun şeyhine bağlanmasını halifesi Türkiye’li Ali Ulvi Kurucu Efendi onun dilinden şöyle anlatmaktadır: “Mantık ve kelam okuturdum. Mantığı o hale getirmiştim ki Tasavvurat ve Tasdikat okuturken, ezberden okutur hale gelmiştim. Mantığımın o kadar kuvvetli olduğu günlerde, kelâm da aynen öyle idi.

 

Bir gün baktım ki, namazın ettehiyyatü’sünde mantık kaidelerini tatbik ediyorum: Mukaddime böyle olunca, netice böyle olup, şu böyle olunca, bu sebepten şu netice doğar… şeklinde kendi kendime mantık yürütmekteyim. Namazdan sonra kendi kendime sordum: Yahu Abdulğafur, mantık kaidelerini nizama koydun, mukaddimeleri nizama bağlayabiliyorsun… Fakat kendi iç âlemini bir nizama koyamadın. Namazda ne okuduğunun farkında değilsin. Mantık kaideleriyle aklını tanzim ettin, ama iç âlemini nasıl tanzim edeceksin? İlim niçin okunur? Dinimizin hak olduğunu; kâinâtın, vacibul vücud olan, şeriki, naziri, eşi, benzeri bulunmayan bir Allah’ın eseri olduğunu; bütün kâinatın O’nun sun’u, bütün insanların da O’nun kulu olduğunu bilmek için… O’nun fermanı, yani şeriat üzere yaşanacak; gönüllerde O olacak, O’nun aşkı, O’nun sevgisi olacak; hayatta da O’nun nizam ve düzeni olacak… Dış âlemimize nizam ve düzeni kuruyoruz da, iç âlemimize kuramıyoruz… Bunun üzerine, gönlüme, iç âlemimi, ruhumu, kalbimi, Allah’ı zikir ve fikirle tanzim ve tasfiye etmek aşkı düştü. Delhi’de dergâhı olan, Nakşibendi meşayihinden, Müceddidî, yani İmam-ı Rabbani kolundan meşhur bir Şeyh Efendi’ye gittim. Kendisine:

“Efendim, ders almaya geldim.” dedim.

“Oğlum senin ismin yayıldı. Hocalardan ve talebelerden mantıkçı Abdulğafur el-Abbasî diye medhini duyuyorum. O kadar ilmi bir varlığa ve böyle büyük bir şöhrete kavuşan kimsenin derviş olması zordur. Bu iş sana zor gelir.”

“Efendim, kalbime doğdu, aşkım var; bu yolda yürümek istiyorum.”

Ben böyle ısrar edince, Şeyh Efendi:

“Peki öyleyse. Şu baltayı al, şu ipi de al. Filân yerde bir orman var. Oradan odun kes sırtında dergâha getir de getirdiğin odanlarla dervişler pilav pişirsinler.” dedi. Baltayı ve ipi aldım, yollara düştüm, söylediği yere gittim. Ormanda halk için tayin edilen yeri gördüm. Herkes orada odun kesiyordu. Ben de kestim. Baltayı da kimseye vermedim, kendim kestim. Ömrümde balta değil, keser bile tutmamıştım… Sonunda taşıyabileceğim kadar odun kestim, bağladım. Baltayla birlikte sırtıma aldım. Yola koyuldum… Yolda yürürken kundura ayağımı sıktı. Ayakkabılarımı da çıkardım, odun yüküne sardım. Çıplak ayakla yürüdüm, dergâha geldim. O halde şehre girerken, bilhassa dergâha vardığımda, namazda bulamadığım huzuru buldum, kendime geldim. Hem dilim, hem kalbim, hem ruhum, Allah diyordu. Şeyh Efendi ders verdi. Çok az zaman içinde, Allah’ın izniyle icazet aldım.”

Şeyh Abdülgafur Hazretleri’nin kalbine Medine’ye gitme arzusu düşmüştür:

“Böyle iken, bir zaman sonra Medine-i Münevvere’ye hicret aşkı içimi doldurdu. Ailemi de aldım. Küçük yaşta üç oğlum vardı. Hep birlikte 1935 senesinde Medine-i Münevvere’ye geldik. Burada Bâbulmecîdî’de borç ile bir ev tuttum. Mahallenin gençlerini topladım. Sabahları onlara hem usûl-i fıkıh, hem Hidaye okutmaya başladım. Cuma günleri ikindiden sonra da Hatm-i Hâce yapıyoruz.”

Uzun boylu, esmer tenli, sağlam cüsseli ve gür sakallı biri olan Şeyh Abdülgafur Hazretleri, vefatına kadar Medine’de ikamet etmiştir. Ömrünü bu nurlu şehirde ilmi tedrisat, vaaz, irşad ve sohbetle geçirmiştir. Pek çok talebe yetiştirmiştir. Şeyh Alevî Abbas el-Maliki, Şeyh Muhammed Emin Ketbî ve Şeyh Hasan el-Meşşât gibi Haremeyn-i Şerifeyn’in büyük şeyhleri ondan tarikat almışlardır. Yine dünyanın her bölgesinden zamanın meşhur ulema ve urefasından çok kimse ile görüşmüştür. Dünyanın değişik yerlerinden yüzlerce halife yetiştirmiştir. Öyleki ki onun müceddidî meşrebinden olan âli yolu daha sonraları “Ğafûriyye Tarikatı” olarak anılmıştır. Vefatından sonra oğlu ve halifesi Şeyh Abdulhak el-Abbasi Hazretleri onun âli tarikatini Hicaz’da neşretmeyi sürdürmüştür.

Hac zamanı Medine’den Mekke’ye yedi defa yürüyerek gidip gelmek sureti ile hac yapmıştır. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetine son derece tutunur, hakkı söylemekten çekinmez, Allah’ın haram kıldığı şeylere bulaşılması müstesna daima hilm sahibi olup hiçbir kınayıcının kınaması onu asla Allah Teâlâ’nın yolundan vazgeçiremezdi.

Şeyh Abdulgafur el-Abbasi Hazretleri, gayret, vakit ve himmetlerini Allah azze ve celle’yi hatırlatmaya, vaaz ve irşat etmeye, tedrisat yapmaya, öncelikle hacca gelenler olmak üzere misafirlere ikram etmeye yöneltmeyi tercih etmiştir. Ömründe iki eser telif ile lütufta bulunmuştur. Bunlar “Faziletli Dualar” isminde bir dua kitabı ve seyr-i sülük hakkında bir risalesi vardır.

Şeyh Abdulgafur Hazretleri, 1969 (h.1389) yılında Medine’de rahmet-i Rahmâna kavuşup mübarek naaşları Cennetu’l-Bâki’ye defnedilmiştir. Vefatı dolayısı ile Şeyh Ebu’l-Hasan en-Nedvî ve Şeyh Osman ez-Zevâdî tarafından yazılmış birer mersiye mevcuttur.

Muşarun ileyh bir sohbetinde şöyle buyurmuştur:

“Kul ile Allah arasında yetmiş bin hicab vardır. Yarısı zulmânî, diğer yarısı da nurânîdir. Zulmânî perdeler, tevbe etmekle imha olunur. Nurânî perdeler de istikametle açılır.  Tevbe ne kadar sahih olursa o kadar zulmânî perdeler yırtılır. Sonra bu zulmânî perdeler hep madde âlemindendir. İstikamet de ne kadar tamamlansa mana âle minde o kadar nurânî perdeler kulun gözünden kalkar. Andolsun eğer padişahlar bilselerdi ki istikamet bize ne kadar huzur vermiş, şu beşeriyet âleminde ki keşmekeşleri bırakıp istikameti elde etmek için bizimle harp edeceklerdi.”

Allah Azze ve Celle, Şeyh Abdulgafur el-Abbasi kuddise sirruhu’ya rahmet eylesin. Mübarek kabrini rahmet ve bereket yağmurlarıyla sulasın. Bizi de dünya ve ahirette onun muhabbetiyle rızıklandırsın.

WhatsApp Image 2023 03 01 at 20.13.28

29EA608D EDAE 47BB 909F 90BE4BBB6917

error: Content is protected.